Woody Allen, 20. ve 21. yüzyılın en üretken yönetmenlerinden biri olarak her yıl bir filmle karşımıza çıkmaya, üstelik bu filmlerinde tamamı ünlü isimlerden oluşan bir oyuncu kadrosuna yer vermeye devam ediyor. Her zaman olmasa da çoğu zaman ‘bir yıl iyi, bir yıl vasat’ şeklinde bir aritmetiği var son yıllarda Woody Allen sinemasının: Çok sevdiğim Match Point, Whatever Works ve Midnight in Paris’in ardından Blue Jasmine de tek sayılı bir yılda gösterimde… Kocası hapse girdikten sonra parıltılı yaşamına ait her şeyi kaybeden ve San Francisco’daki kardeşinin yanına sığınan New York’lu nevrotik bir kadın karakteri merkezine oturtan film, onu çok ve sık konuşturan bir senaryoya sahip. Oyuncu kadrosunda Alec Baldwin‘den Sally Hawkins‘e,Michael Stuhlbarg‘dan Peter Sarsgaard‘a, Louis C.K.‘den Bobby Cannavale‘ye sinema ve televizyon dünyasının yetenekli oyuncuları yer alıyor. Fakat tabii ki filmin alametifarikası Cate Blanchett. Blanchett, neredeyse bir an bile yüzüne bakmayı bırakmayan kameranın karşısında duygudan duyguya atlıyor, psikolojik bir felaketin somut halini alıyor. Şimdiden yılın En İyi Kadın Oyuncu ödülleri için favoriler arasında gösteriliyor oyuncu. Woody Allen ise çoktan yeni filmi Magic in the Moonlight’ın çekimlerini bitirmiş bile…
Kısa Kısa: Blue Jasmine (2013)
Kısa Kısa: Christopher Isherwood’dan “Tek Başına Bir Adam”
Ünlü modacı Tom Ford‘un ilk yönetmenlik denemesi olan 2009 yapımı A Single Man’i hatırlarsınız. Başrolünde Colin Firth‘ün oynadığı (ve bu rolüyle ilk Oscar adaylığını elde ettiği) ona Julianne Moore, Matthew Goode ve Nicholas Hoult’un eşlik ettiği film, bir ilk filme göre oldukça başarılı, bir modacının imzasını taşıdığından olsa gerek estetik anlamda kusursuzdu. İşte A Single Man’in uyarlandığı ve onunla aynı adı taşıyan Christopher Isherwood romanını (ne yazık ki) filmi izledikten yıllar sonra okudum. Los Angeles’ta yaşayan eşcinsel bir İngiliz edebiyat profesörünün bir gününü anlatıyor roman (ve film). Sabahtan geceyarısına kadar her adımını izlediğimiz George’un dünyayı, öğrencilerini, komşularını, dostlarını, erkekleri (ve kadınları), toplumu, siyaseti, kapitalizmi nasıl algıladığını öğreniyoruz her cümlede. Aynı bedende sevdiğini kaybetmiş bir adamın hayata tutunma çabası ve dünyadan beklentilerini kaybetmiş bir adamın dünyaya bakışının çatışmasını görüyoruz. Film ve roman arasındaki bariz farklılıkların kesinlikle gereksiz olduğunu düşünmedim romanı okur ve filmi hatırlarken. Tom Ford’un filminde, Isherwood’un sözcüklere dökme avantajını kullanarak anlattığı duyguları fazladan karakterler ya da fazladan sahneler aracılığıyla izlemişiz sadece. Isherwood’un 1964 yılında yazdığı Tek Başına Bir Adam, dönemin ABD’sini çok iyi yansıtan, diğer yandan karakteri ve onun hislerinin zamansız bri durumu anlattığı bir roman. İzleyin de, okuyun da…
“Sürpriz” Film: Locke (2013)
Filmekimi’nin ‘Sürpriz Film’i, birçokları gibi beni de şaşırttı. İlk gösterimi Eylül ayında Venedik Film Festivali’nde yapılan Steven Knight imzalı Locke”, tek oyuncu ile tek mekanda geçen bir filme göre sürükleyici, nefes nefese izlenen, heyecan verici bir film. İşte tam olarak bu nedenle, sonuna dek hak ediyor ‘sürpriz’ kelimesini…
Dirty Pretty Things ve Eastern Promises gibi başarılı suç filmlerinin senaryosunun ardındaki isim olarak tanıdığımız Steven Knight, bu yıl iki film birden yazıp yöneterek yönetmenliğe de adım attı: İlki Londra’nın suç dünyasını konu alan Jason Statham’lı Hummingbird (Redemption), diğeri ise bu yazının konusu olan Locke. 85 dakika boyunca bir arabanın içinde geçen, Tom Hardy’nin canlandırdığı Ivan Locke’ın bir hedefe doğru yol alırken yaptığı hayatını değiştirecek telefon konuşmalarından oluşan filmin ilk gösterimi geçtiğimiz ay Venedik Film Festivali’nde, yarışma dışı olarak gerçekleşmişti. Film, Filmekimi seyircisi için olduğu kadar Venedik Film Festivali direktörü Alberto Barbera için de ‘sürpriz’ olmuş ki, festivalin ardından yaptığı bir açıklamada şöyle demiş*: “Tek bir pişmanlığım var, “Locke”ı yarışma filmleri arasına sokmalıydım. Festivalin gerçek sürprizi, o film.” Read more
Şili Sinemasından Güçlü Bir Kadın Karakter: Gloria (2013)
Filmekimi’nin en çok beğenilen filmlerinden biri, benim de iki numarama oturan Şili yapımı “Gloria” oldu. Orta yaşlı bir kadının hayatın tadını çıkarışını anlatan filmde, başrol oyuncusu Paulina García kusursuz performansıyla dikkat çekiyor.
Gloria‘nın adını ilk kez geçtiğimiz kış,63. Berlin Film Festivali‘nde duyduk, özellikle başrol oyuncusu Paulina García‘nın performansı ve aldığı En İyi Kadın Oyuncu ödülü nedeniyle… 32. İstanbul Film Festivali’nde görmeyi beklesek de, dağıtımcının aldığı bir karar sonucu filmin Berlin sonrası gösterimleri ertelendi. Sonunda Filmekimi sayesinde kavuştuk Gloria’yla ve gerçekten de yılın en iyi filmlerinden ve en iyi performanslarından biriyle karşılaştık. Türkiye izleyicisi olarak, Şilili Sebastián Lelio ile fazla bir tanışıklığımız yok. 2005 yapımı ilk filmi La sagrada familia ile başarılı bir çıkış yapan yönetmenin dördüncü filmi Gloria. Fakat filmin yapımcısı Pablo Larraín‘i yakından tanıyoruz: Özellikle de İstanbul festivallerinde gösterilen Tony Manero ve Post mortem’in ardından gelen, geçtiğimiz yıl En İyi Yabancı Film dalında Oscar adaylığı bulunan No sayesinde… İzlemiş olduğum, iki elin parmaklarını geçmeyen örneğinin üzerinden söylüyorum, Orta ve Güney Amerika sinemasında akıcı dili, zeki mizahı ve iyi hikayeleri ile dikkatimi çekiyor Şili Sineması. Gloria da tam olarak böyle bir film. Read more