thebalkabaa

Kısa Kısa: Nick Hornby’den “Ölümüne Sadakat”






Yıllar önce Stephen Frears’ın Nick Hornby‘nin romanından uyarladığı 2000 yapımı High Fidelitysini izlemiş, hayattan ve ilişkilerden pek tatmamış bir ergen olarak açıkçası pek bir şey anlamamış, hissetmemiştim. Yıllar boyunca birçok sinema uyarlamasının kaynağı olan romanların yazarı ya da bizzat yazdığı senaryolarla Nick Hornby’nin adını duymaya devam ettim. Sonunda yazarın romanlarını okumaya, başlangıcı da yıllar önce izleyip de hakkını veremediğim High Fidelity, Türkçe adıyla Ölümüne Sadakat ile yapmaya karar verdim.

Ölümüne Sadakat, başkişisi Rob’un şu cümlesi ile başlıyor: “Issız bir adaya düşsem yanıma alacağım, tüm zamanların en unutulmaz beş ayrılığı, kronolojik sırayla: 1. [...]” Bir listeleme manyağı olarak beni, ilk cümleyle vuran roman boyunca gerek müzik ile ilgili gerekse plak dükkanı sahibi kahramanımız Rob’un özel yaşamıyla ilgili onlarca liste sıralanıyor. Fakat romanın başrolünde tabii ki listeler yok: Romanın Rob’dan bile daha önemli kahramanı müzik… İngiliz ve Amerikan popüler müziğinin neredeyse tüm önemli isimlerinin göğe yükseltilerek ya da yerin dibine sokularak adının geçtiği; karakterlerinin her diyalogunun bir şekilde müziğe ve bir müzik grubuna bağlandığı, Rob’un çok mutsuz olduğunda ya da çok mutlu olduğunda baş başa kaldığı plak koleksiyonuyla çokça muhattap olduğumuz bir roman Ölümüne Sadakat. Diğer yandan Rob’un kendisini en çok üzen ayrılıklarını hatırlayarak başladığı ve son kız arkadaşı Laura’dan ayrıldıktan sonra tüm bu ayrılıkları -özellikle de Laura ile olanı- gözden geçirmeye karar vermesi ile kadın-erkek ilişkileri üzerine yerinde tespitler ve diyalogları çok akıcı bir anlatımla okuyoruz. Romanı bitirdikten sonra John Cusack‘in başrolünde oynadığı High Fidelity‘i bir kez daha izlemeye ve Nick Hornby’nin diğer romanlarını da okumaya karar verdim.






Posted on by thebalkabaa in edebiyat, kısa kısa: edebiyat Leave a comment

Kısa Kısa: John Legend @ İstanbul Caz Festivali






Temmuz başında Alicia Keys konseri ile başlayan 20. İstanbul Caz Festivali, caz, r&b ve soul müziğin ünlü isimlerini ve orijinal projelerini ağırladıktan sonra 29 Temmuz gecesi Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’ndeki John Legend konseri ile sona erdi. En hareketlisi dahi huzur veren, sakinlik vaat eden John Legend şarkılarını dinlediğimiz ve upuzun bir setlistle memnun bırakan bir konserdi. Ne piyanosunun başındayken, ne sahnenin önünde mikrofonunu savururken, ne de seyircilerin arasına karıştığı dakikalarda müziğinin önüne geçmedi John Legend.

Used to Love You ve Made to Love ile başladı konser, Save Room ve radyolarda sıkça çaldığı yıllarda hayranı olduğum P.D.A. gibi hitlerle devam etti. The Doors’tan, Bruce Springsteen’e birçok cover’a da yer verdi John Legend. Beni en çok büyüleyen performans ise Simon & Garfunkel’dan Bridge Over Troubed Water cover’ı oldu. Gecenin sonu (söylemeyeceğinden korkan hayranlarının çığlıklarına da neden olan) Ordinary Peoplela geldi. Müziğin verdiği huzurla, bu yaz hasret kaldığımız açıkhava konserlerinin tadını çıkarabilmekse bana çok iyi geldi.

John Legend Konser Fotoğrafları: Ilgın Erarslan Yanmaz, Mustafa Önder






Posted on by thebalkabaa in kısa kısa: müzik, müzik Leave a comment

Kahramanlar, Felaketler ve Patlamalar: 2013 Blockbuster Sezonu






Vizyonda yaz sezonu demek, süperkahramanlar, dev bütçeli bilimkurgular, gürültülü patlamalar, gaza getirici film müzikleri ve bolca görsel efekt demek… Kısacası Nisan sonundan Ekim başına kadarki (sıkı sinefiller için İstanbul Film Festivali ve Filmekimi arasında olduğunu da söylemek mümkün) bu süre boyunca sinemaya gitmek isterseniz iki seçeneğiniz var: Ya büyük bütçeli aksiyon sinemasından, “blockbuster”lardan kaçamadığınız için onlardan zevk almaya bakacak ya da onları reddederek birkaç salonda oynayan festival artıklarının peşine düşüceksiniz.

“Blockbuster” sözcüğünün kökleri, 2. Dünya Savaşı sırasında bir ‘block’u yok etme kapasitesine sahip uçak bombalarına dayanıyor. Kısa bir süre sonra eğlence sektörüne geçiş yaparak, özellikle Broadway tiyatrolarındaki çok başarılı yapımlar için, ‘o kadar başarılı ki bloktaki tüm diğer tiyatroların harap olmasına neden oluyor’ anlamında kullanılmaya başlıyor. Hemen ardından büyük bütçeli, kapalı gişe oynayan çok başarılı yapımlar ile sinemada da yer ediniyor terim. 1975 yılında ise Jaws ile sinemada “summer blockbusters” geleneği başlamış oluyor. O gün bugündür her yaz vizyonu “blcokbuster”lara emanet ediyor ve (çok başarılı, hatta başarılı oluşları tartışmaya açık olsa da) büyük bütçeli yapımlarla muhattap olmak durumunda kalıyoruz. Özellikle ülkemizde neredeyse tek bir zincirin tekelinde olan sinema salonlarının hepsinde birden aynı filmler gösterildiği için yazın “blockbuster” izlemek, multiplex’lerin kapısında farklı kostümler giymiş süperkahramanlar ya da farklı zırhlar kuşanmış cesur erkek afişleri görmek dışında bir seçeneğiniz kalmıyor.* Read more






Posted on by thebalkabaa in film incelemeleri, filmler, sinema Leave a comment

Kısa Kısa: The Newsroom






Social Network ve Moneyball filmlerini beğenmemdeki en büyük sebep ustalıkla sinemaya uyarlanmış senaryoları ve ince bir işçilikle yazılmılş muhteşem diyaloglarıydı. Her iki filmin senaryosunda imzası bulunan Aaron Sorkin (eğer izlemişseniz, kendisinin tarzına televizyondan da West Wing ile aşina olabilirsiniz), geçtiğimiz yaz sezonunda bir HBO dizisi ile karşımıza çıktı: The Newsroom. HBO ve Aaron Sorkin’in isimleri yetmezmiş gibi, dizide Jeff Daniels ve Emily Mortimer başrolleri paylaşıyordu. Dizi, ulusal bir Amerikan televizyon kanalının haber bölümünün kamera arkasında yaşananlar ile sivri dilli haber spikeri Will McAvoy ve ekibinin başa çıkmak zorunda olduğu zorluklara odaklanıyor. Fakat aynı zamanda çok-yakın tarihte yaşanan, dünya çapındaki ya da ABD dahilindeki gerçek politik, ekonomik, sosyal ve çevresel olayları işliyor, bunları bir haberci gözüyle hatırlamamızı sağlıyor. (Dizinin geçtiğimiz yaz yayınlanan ilk sezonunda kamera arkasında yaşananları izlediğimiz olaylar arasında BP’nin petrol sızıntısı felaketi ve Usame Bin Laden’in yakalanışı vardı.)

Ben bu satırları yazarken 65. Primetime Emmy Ödülleri’nin adayları henüz açıklanmamıştı. Tahminimce En İyi Dizi (Drama) dalındaki güçlü rekabet nedeniyle The Newsroom” kendine burada yer bulmakta zorlanacak olsa da, Jeff Daniels’ın oyunculuk adaylığının garanti olduğunu, dizinin birkaç bölümünün de senaryo, yönetmen ve kurgu dallarında aday gösterilebileceğini düşünüyorum.

Ülkemizde de CNBC-e’de yayınlanan dizinin ABD’deki ikinci sezonu bu Pazartesi başladı. En az ilk sezon kadar iyi bir sezonun bizi beklediğini, dizinin bu sezonki konuları arasında Occupy Wall Street olaylarının da olmasından tahmin edebiliyoruz.






Posted on by thebalkabaa in kısa kısa: televizyon, televizyon Leave a comment