Yıllar önce Stephen Frears’ın Nick Hornby‘nin romanından uyarladığı 2000 yapımı High Fidelity‘sini izlemiş, hayattan ve ilişkilerden pek tatmamış bir ergen olarak açıkçası pek bir şey anlamamış, hissetmemiştim. Yıllar boyunca birçok sinema uyarlamasının kaynağı olan romanların yazarı ya da bizzat yazdığı senaryolarla Nick Hornby’nin adını duymaya devam ettim. Sonunda yazarın romanlarını okumaya, başlangıcı da yıllar önce izleyip de hakkını veremediğim High Fidelity, Türkçe adıyla Ölümüne Sadakat ile yapmaya karar verdim.
Ölümüne Sadakat, başkişisi Rob’un şu cümlesi ile başlıyor: “Issız bir adaya düşsem yanıma alacağım, tüm zamanların en unutulmaz beş ayrılığı, kronolojik sırayla: 1. [...]” Bir listeleme manyağı olarak beni, ilk cümleyle vuran roman boyunca gerek müzik ile ilgili gerekse plak dükkanı sahibi kahramanımız Rob’un özel yaşamıyla ilgili onlarca liste sıralanıyor. Fakat romanın başrolünde tabii ki listeler yok: Romanın Rob’dan bile daha önemli kahramanı müzik… İngiliz ve Amerikan popüler müziğinin neredeyse tüm önemli isimlerinin göğe yükseltilerek ya da yerin dibine sokularak adının geçtiği; karakterlerinin her diyalogunun bir şekilde müziğe ve bir müzik grubuna bağlandığı, Rob’un çok mutsuz olduğunda ya da çok mutlu olduğunda baş başa kaldığı plak koleksiyonuyla çokça muhattap olduğumuz bir roman Ölümüne Sadakat. Diğer yandan Rob’un kendisini en çok üzen ayrılıklarını hatırlayarak başladığı ve son kız arkadaşı Laura’dan ayrıldıktan sonra tüm bu ayrılıkları -özellikle de Laura ile olanı- gözden geçirmeye karar vermesi ile kadın-erkek ilişkileri üzerine yerinde tespitler ve diyalogları çok akıcı bir anlatımla okuyoruz. Romanı bitirdikten sonra John Cusack‘in başrolünde oynadığı High Fidelity‘i bir kez daha izlemeye ve Nick Hornby’nin diğer romanlarını da okumaya karar verdim.