amerikan sineması

Karanlık Filmlerin Ustasından: The Dark Knight (2008)






Christopher Nolan’ın 2005’teki “Batman Başlıyor”dan sonraki ikinci ‘Batman’ filmi “Kara Şövalye”, 25 Temmuz’da gösterimde.

christopher_nolan_2008_the_dark_knight

Siyahlar giyen karizmatik oyuncular; öyküsünden setlerine, görüntülerinden kostümlerine kapkaranlık filmler… Bunlar, 2000’li yılların en büyük yönetmenlerinden biri olarak gösterilmeye başlamış olan Christopher Nolan filmlerinin ortak özellikleri. Bu karanlığın ardında ise; karakter odaklı, etkileyici ve şaşırtıcı yapımlar bulunuyor her zaman. Read more






Posted on by thebalkabaa in film incelemeleri, filmler, sinema Leave a comment

Akademi ve Renkler






26 Şubat 2007 gecesi düzenlenen 79.Oscar Ödül Töreni’ni sunan Ellen DeGeneres’in ilk esprisi bu seneki adayların ne kadar farklı milliyetlerden olduğuyla ilgiliydi. Ve komedyenin “Sanırım salonda birkaç Amerikalı da görüyorum.” cümlesini haklı çıkarırcasına Chinese Theatre’ın koltuklarında farklı ülkelerde doğmuş, farklı anadilleri olan, farklı kültürlere sahip onlarca oyuncu, yönetmen, senarist ve hayatını sinemaya adamış insan oturmaktaydı. Belki de, salondaki ‘beyaz Amerikalı’ sayısının en aza indiği ödül töreniydi Akademi tarihi boyunca.

j_hudson

Akademi Ödülleri tarihinde 1928 yılından bu yana verilen En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Kadın Oyuncu kategorilerinde ve 1935’ten beri dağıtılan yardımcı oyuncu kategorilerinde bugüne kadar 1750’den fazla oyuncu ve yönetmen aday gösterildi. Bu yılki adaylar açıklanmadan önce bunca oyuncudan yalnızca 47′sinin, yönetmenlerdense yalnızca birinin Afrika kökenli oluşu ve sadece 10′unun Oscar heykelini evine götürebilmiş olmasıysa yıllarca Akademi üyelerinin önyargılı olduğu konusunda tartışmalara yol açtı. Akademi ‘renk körlüğü’yle ve ırkçılıkla suçlandı. Read more






Posted on by thebalkabaa in sinema Leave a comment

İki kere sil baştan.






La science des rêves (Rüya Bilmecesi) ve Stranger Than Fiction (Lütfen Beni Öldürme), gerçekliği ve kurmacayı bir araya getirerek Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Sil Baştan) izinden gidiyor sanki.

eternal_sunshine_of_the_spotless_mind

Zaman, rüyalardakinin ya da hikayelerdekinin aksine çok çabuk geçip gidiyor. Ülkemizde 2 yıl gecikmeden sonra geçtiğimiz yaz gösterime girmiş olmasına rağmen; sanki yıllar geçmiş gibi onu seyredeli. Yaratıcı senarist Charlie Kaufman’ın yazıp, Michel Gondry’nin yönettiği; özellikle romantik gençler arasında hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahip 2004 yapımı o büyüleyici film… Belki de anmak istemiyorum yerlileştirilmiş ve büyüsü bozulmuş ismini, onun için uzatıyorum. Eternal Sunshine of the Spotless Mind… Bilincin altını üstüne getiren, her izlendiğinde yeni bir şeyleri ortaya çıkaran, Jim Carrey ve Kate Winslet’in tüm yeteneklerini haykırdığı film… “Sil Baştan” yani.

Ve “Sil Baştan” başlamak gerektiğini düşünen sinema dünyası; iki yıl sonra yeniden gerçek ve kurmacayı birbirinin içine sokmayı başardığı iki filmle karşımızda: Le science des rêves (Science of Sleep / Rüya Bilmecesi) ve Stranger Than Fiction (Lütfen Beni Öldürme). Read more






Posted on by thebalkabaa in film incelemeleri, filmler, sinema Leave a comment

I Am Legend 28 Days Later






28 gün sonra efsane oluyor değilim haliyle. Başlığa virgülümsü herhangi bir noktalama işareti koymayışımın bir nedeni var: Hafta sonu 28 Days Later filmini seyrederken ileriki günlerde yazabileceğim bir yazının başlığını “Bir ‘Deja-vu’ Olarak 28 Days Later” koymayı planlamıştım. Nedeni I Am Legend filmi ile bir hayli benzerlikler taşımasıydı. Fakat hemen sonrasında iki filmin yapım yılları beynimde beliriverdi ve kronolojik bir değerlendirmeyle planlama aşamasındaki yazının başlığı “Bir ‘Deja-vu’ Olarak I Am Legend” halini aldı. Bugün iki film hakkında yazılanları okurken ise Richard Matheson’ın 1954 yazımı I Am Legend romanıyla tanıştım. Dolayısıyla kafam, iki filmden hangisinin hangisinden etkilendiği konusunda oldukça allak bullak olmuş durumda. Yok deja-vu falan.

twenty_eight_days_laterTrainspotting (1996) ve The Beach (2000) gibi filmleriyle tanınan İngiliz yönetmen Danny Boyle, 2002 yapımı filmi 28 Days Later hakkında söylediklerine bakılırsa; bir korku filminden daha çok herkesin ilgisini çekecek psikolojik ve paranoyak bir film çekmek istemiş. Geçmişteki zombi filmlerinden farklı olmayı amaçlamış başka bir deyişle. Senaryoda ‘psikolojik bulaşıcı virüs’ bahanesiyle yaratılan ölü-olmayan zombileri öfke dolu birer 100 metre atleti olarak düşünmüş. Bana kalırsa 28 Days Later, ne senaryosuyla ne de oyunculuklarıyla ön plana çıkabilmiş bir film. Filmin son yılların en önemli İngiliz bilim-kurgu filmlerinden biri haline gelmesini ve çoğunlukla iyi eleştiriler almış (ve sağda solda, arkadaş arasında “mutlaka seyret, çok iyi” referansları verdirten) bir film olmasının üç nedeni var bence: Yönetmen, görüntü yönetmeni ve müzik seçimi. Read more






Posted on by thebalkabaa in film incelemeleri, filmler, sinema Leave a comment